| 
	 3,4,5,6 Şubat 1999, Doğu  Perinçek 
                   
				  
 I.
                  Eşcinsellik 
                  cinsler arası eşitsizlik ürünü 
                  
				  
                  Tezlerin 
                  sınırı: Toplumsal ve ideolojik kökenli eşcinsellik: Biyolojik 
                  nedenlerle eşcinselliğe eğilimli olarak doğanların varlığından 
                  da söz ediliyor. Ancak okuduklarıma göre, bunlar, eşcinseller 
                  içinde çok çok küçük bir oranda. Kaldı ki, biyoloji, fizyoloji 
                  ve genbilimi benim bilgi alanım dışında kalıyor. Altını 
                  çizerek belirtelim: Bu yazıda öne sürülen tezler, biyolojik 
                  özellikleri nedeniyle eşcinsel eğilimli olduğu söylenen o çok 
                  küçük azınlığı kapsamıyor. Tartışmaya sunacağımız görüşler, 
                  toplumsal ve ideolojik nedenlerle eşcinsel olanlarla 
                  sınırlıdır. Aslında ideoloji de toplumsal, daha doğrusu 
                  sınıfsaldır. Ancak eşcinsellikte ideolojik boyutun önemine 
                  vurgu yapmak için, ''toplumsal ve ideolojik nedenlerden'' söz 
                  ediyoruz. 
                  Eşitsizliklerin 
                  ve yabancılaşmanın ürünü: Konuya girerken eşcinselliğin 
                  toplumsal ve ideolojik kaynağıyla ilgili başlıca tezlerimizi 
                  sıralayalım:  
                  1- 
                  Eşcinsellik, uzlaşmaz sınıfsal çelişmelerin aşırıya 
                  varmasının, dolayısıyla meta ekonomisinin olağanüstü 
                  derinleşmesinin ürünüdür. Başka deyişle, özel çıkar ve 
                  bireysel mülkiyet sistemi ile insan ve doğa arasındaki 
                  çelişmenin çok keskinleştiği toplumlarda ve hâkim sınıflar 
                  içinde ortaya çıkar ve yaygınlaşır. 
                  2- 
                  Eşcinsellik, cinsler arası eşitsizliğin ürünüdür. 
                  3- Meta 
                  ekonomisinin artık insanı ve doğayı yıkıma uğrattığı çürüyen 
                  kapitalist sistem, bir yandan milyonlarca insanı şiddet 
                  kullanarak eşcinselliği dayatırken bir yandan da ideolojik 
                  araçlarını seferber ederek bu durumu topluma ''özgür cinsel 
                  tercih'' olarak kabul ettirmektedir. 
                  4- 
                  Eşcinsellik, özel çıkar sisteminin aşırıya vararak bunalıma 
                  girdiği kaos ve çöküş dönemlerinde patlama yapar. 
                  5- 
                  Eşcinsellik, bir yabancılaşma olayı ve belirtisidir. 
                  
                  6- 
                  Eşcinsellik, sınıfsal ve cinsel eşitsizliklerle, 
                  yabancılaşmayla, toplumsal kaos ve çürümeyle doğru orantılı 
                  olmasından da anlaşılacağı üzere insan özgürlüğünü boğan 
                  ilişkilerin ürünüdür. Bu nedenle eşcinsellik, özgür bir tercih 
                  değil fakat toplumsal bir dayatmadır ve mutsuzluk kaynağıdır. 
                   
                  7- Sınıfsal 
                  ve cinsel tahakkümün son bulduğu, yabancılaşmanın 
                  kaynaklarının kurutulduğu sınıfsız toplumda, insan ile insan, 
                  kadın ile erkek, insan ile doğa arasındaki denge ve uyum 
                  oluşacak, cinsel aşk prangalarından kurtulacak ve eşcinselliği 
                  besleyen zemin de büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. 
				  
                  1. SINIFSAL 
                  EŞİTSİZLİK VE EŞCİNSELLİK   
                  Eşitlikçi 
                  ilkel toplumda: Orta Asya toplumlarındaki gözlemlerini anlatan 
                  seyyahlar, göreli eşitlikçi kabile toplumunda eşcinselliğe hiç 
                  rastlamadıklarını belirtirler. Değerli mitoloji uzmanı Arif 
                  Acaloğlu' nun belirttiği üzere fahişelik, eşcinsel ilişkiler 
                  vb., eski Türkler arasında kıyamet belirtisi olarak kabul 
                  ediliyor (1). Sınıflara bölünmemiş toplumda, cinsler arasında 
                  da eşitlik geçerlidir. Sınıfsal cinsel eşitliğin bozulmaya 
                  başladığı dönemin toplumunu yansıtan Dede Korkut Hikâyeleri, 
                  bir yandan arkada kalan kabile eşitliğini, öte yandan 
                  filizlenen farklılaşmaları yansıtır. Bamsı Beyrek ile Banû 
                  Çiçek arasındaki aşk, eşitler arası bir cinsel iletişimin 
                  izlerini taşır. Birbirleriyle güreş tutarlar. Bamsı Beyrek, 
                  ancak Banû Çiçek'in sırtını yere vurduğu zaman gönlünü de 
                  fetheder. Göreli eşit ilişkilerin var olduğu böyle bir 
                  toplumda eşcinselliğe de rastlanmıyor. Bu olgu, Orta Asya Türk 
                  toplumlarına özgü değil kuşkusuz. Meta ekonomisinin pek 
                  gelişmediği, sınıflara ayrışmanın derinleşmediği bütün 
                  toplumlarda, eşcinsel ilişkiler ya görülmüyor veya çok seyrek 
                  görülüyor. 
                  Sınıflı 
                  toplumda: 
                  Peki 
                  eşcinsel ilişkilere hangi sınıfların içinde rastlanmaktadır: 
                  
                    - 
                    Eski 
                    Yunan toplumunda köle sahibi soylular sınıfı içinde. 
                    
                    
 - 
                    Yine 
                    köleci Roma toplumunda soylu sınıfı içinde ve zengin 
                    konaklarında.
                    
 - 
                   Bizans, 
                    İran, Emevi, Abbasi, Osmanlı sarayında. 
                    
 - 
                    Japonya'da 
                    Samuray denen savaş ağaları zümresinde, vb. 
                 
  
                  Özetlersek:  
                
                  
                    - 
                    Eşcinsellik, 
                    meta ekonomisinin gelişmesi sonucu insanın da alınır satılır 
                    mal haline geldiği köleci toplumlarda görülüyor. 
                    
 - 
                   Köleci 
                    toplumda eşcinsel ilişkilere girenler, köle sahibi soylular 
                    sınıfıdır. Genç köleler ise onların malı olduğu için bu 
                    ilişkilere mecbur bırakılmaktadır.
  
                 Köleci 
                  Yunan toplumunda: 
                  Eşcinselliğin 
                  propagandasını yapanlar, Eski Yunan filozofları Sokrates, 
                  Platon ve Aristotales 'in eşcinsel olduklarını sürekli 
                  yineliyorlar. Tarihsel gerçektir, her üçü de eşcinseldir. 
                  Dahası, Yunan köle sahibi soyluları sınıf olarak eşcinseldir. 
                  Bu gerçek, eşcinselliğin kölelik sistemiyle ve cinsler 
                  arasındaki eşitsizlikle bağını ortaya koyar. Platon'un ideal 
                  devletinde köleler dışlanmıştır. Çünkü köle, yurttaş değil, 
                  fakat maldır. Hayvanlar gibi alınan satılan kölelerin devletin 
                  uyruğu olmaması, sistemin gereğidir. Platon'un ideal 
                  devletinde kadın da dışlanmıştır; kadın da kölenin konumunu 
                  paylaşır; siyasal bir varlık olarak kabul edilmez. Çünkü kadın 
                  da bir üretim aracıdır, insan üretiminde kullanılır. Soylular 
                  sınıfı, maddi üretimde köle emeği kullanırken insan üretiminde 
                  de kadın emeğini kullanmaktadır. Kadına yer verilmeyen 
                  Platon'un Devlet'i erkek erkeğedir. Bu durumda cinsel aşkın da 
                  erkek erkeğe olması sistemin felsefesinde mevcuttur. Sistemin 
                  efendisi olan köleci soylular, kendi hayatlarını meşrulaştıran 
                  ideolojiyi de filozofları aracılığıyla üretmişlerdir. Platon, 
                  Devlet adlı eserinde kutsal aşkın ancak erkekler arasında 
                  olacağını savunur. Sistem, eşcinsel ilişkiyi ''devlet büyüğü'' 
                  olmanın şartı olarak kabul etmektedir. Aristophanes şöyle der: 
                  ''Yalnızca beden ve ruhuyla kendini erkeklerin aşkına veren 
                  genç delikanlılar ileride devlet büyükleri olabilirler.'' 
                   
                  Aynı Yunan 
                  toplumu, kölecilik öncesi dönemde, eşcinsel ilişkileri 
                  yaşamıyordu. Eşcinsellik, sınıflara bölünmenin derinleşmesi ve 
                  köle emeğinin sömürüsüne dayanan sistemle birlikte ortaya 
                  çıktı. Nitekim yeryüzündeki efendilerin düşünsel planda 
                  Olimpos Dağı'nın tepesine taşınmasıyla yaratılan Yunan 
                  tanrıları da eşcinsel ilişkilerde bulunurlar. Efendi-kul 
                  ilişkisinin doğuşu ile tanrıların doğuşu ve eşcinselliğin 
                  doğuşu aynı dönemde oluyor. Ancak eşcinselliğin köleci 
                  soylular içinde yaygınlaşması, sistemin çöküş dönemine 
                  rastlamaktadır. Tüccarlar sınıfı ile köleci soylular 
                  arasındaki hâkimiyet mücadelesinin sertleştiği dönemde, 
                  gericiliği temsil eden köleci soyluların filozofu olan 
                  Sokrates, zamanın ilerici sınıfı tüccarlara karşı darbe 
                  girişimine katıldığı için yargılanmıştır. Öğrencisi Platon da, 
                  gerici köle sahiplerinin filozofudur. Bu sınıfın eşcinselliği, 
                  kölelik sistemiyle ve sistemin çöküş dönemiyle bağlantılıdır. 
                  İlginçtir, Yunan uygarlığının yükseliş döneminin önderi 
                  Perikles , çöküş dönemi filozofları gibi oğlancı değildir, 
                  kadınlarla cinsel beraberlik yaşamaktadır.  
                  Köleci 
                  sistem, kadının cinsel köleliği yanında erkeğin cinsel 
                  köleliğini, yani oğlan kullanmayı da doğuruyor. Bunun ikinci 
                  önemli örneği Roma'dır. Roma'da eşcinsellik, imparator 
                  saraylarının ve zengin konaklarının ilişkisidir. Sezar 'dan 
                  dönemin yazıları, '' Kleopatra 'nın kocası ve bütün 
                  Romalıların karısı'' diye söz eder. Kleopatra'nın diğer 
                  kocası, İmparator Antonuis da eşcinseldir. Roma İmparatorluğu 
                  çöküşe gittikçe, imparatorların cinsel hayatları da 
                  ''renklenir''. MS 47 yılında tahta çıkan Caligula, 
                  kızkardeşinin ırzına geçer, diğer üç kızkardeşini ise fahişe 
                  yapar. Kızkardeşi Agrippina 'yı metres tutar. Bu Agrippina'nın 
                  oğlu daha sonra imparator olacaktır: Hepimizin tanıdığı Neron 
                  . Roma'yı ateşe veren Neron, kendisine koca olarak kölesini 
                  seçmiştir. Bütün bunları, ''cinsel tercih özgürlüğü'' diye 
                  anlatanlar bulunmaktadır. Hem de yazılarını Bilim ve Ütopya 
                  gibi saygın bilim dergilerinde yayımlatabiliyorlar (2). Oysa 
                  Roma İmparator Sarayı'ndaki bu cinsel hayatın ''cinsel tercih 
                  özgürlüğü'' yle en küçük ilgisi yoktur. Caligula'dan Sezer ve 
                  Neron'a kadar hepsinin cinsel hayatı, tıpkı Yunan köle 
                  sahiplerininki gibi toplumsal ve ideolojiktir. Roma 
                  imparatorları, eşcinselliği özgürce seçmemişlerdir. Onların bu 
                  ''tercihlerini'', efendisi oldukları sistem belirlemiştir. 
                  Gerçi onlar, köle sahipleri sınıfının imparatorudur ama cinsel 
                  hayatlarıyla efendisi oldukları sistemin kölesidirler. İnsanı 
                  alınır satılır mal haline getiren sistem, köleyle birlikte 
                  kadını da aşağılara iterken köleci soylular sınıfını da 
                  eşcinselliğe mahkûm etmiştir. 
                  Köleci 
                  toplumsal sistem, erkeklerden oluşan köleci sınıfı, kendi 
                  arasında cinsel ilişkiye ve köleleriyle cinsel ilişkiye 
                  hapsetmiştir. Sistemin ideologları ise bu hayatı 
                  meşrulaştırmışlardır. ''Cinsel tercih özgürlüğü'' nden eski 
                  Yunan ve Roma'da kölelerin paylarına düşen de unutulmamalıdır. 
                  Köle, çocukluk yıllarından itibaren, efendisinin aynı zamanda 
                  cinsel kölesidir. Çürüyen kapitalizmin ideologlarına göre bu 
                  da ''özgürlük'' oluyor. Ortadoğu'nun kulluk sisteminde: 
                  Eşcinselliğin sınıfsal ve ideolojik karakterini, Ortadoğu'nun 
                  kulluk sistemlerinde de görüyoruz. Oğlancılık, İslamiyetin 
                  yasaklarına rağmen Emevi, Abbasi ve Osmanlı Sarayı'nın 
                  ''mutluluk kaynağı'' dır. Osmanlı Saray şairleri, en muhteşem 
                  gazellerini erkekler için yazmışlardır. Yalçın Küçük 'ün 
                  ''Aydın Üzerine Tezler'' kitabında örnekler uzun uzun 
                  verilmiştir. Osmanlı hâkim sınıfını, eşcinsellikten kurtaran, 
                  19. yüzyılda başlayan demokratik devrimdir; Yeni 
                  Osmanlı-Jöntürk-Kemalist devrim hareketidir. Bir ilkçağ ve 
                  ortaçağ özeti çıkaralım: Eşcinsellik, aşırı sınıflaşma, 
                  kölecilik, saray ve zenginlikle bağlantılıdır; köle ve kul 
                  sistemlerinin ürünüdür. Bu sistemler, kadını meta haline 
                  getirirken insan statüsünü bir tek erkeğe bırakmıştır. Cinsel 
                  aşk ise insanlar arasında olacağına göre erkekler arasındadır. 
                  Bu sistemlerin çöküş dönemleri ideolojisi, cinsel aşkın 
                  tahtına, erkek erkeğe ilişkiyi oturtmuştur. 
                  (1) Arif Acaloğlu 
                  'nun aydınlatıcı yazısı için bkz. ''Türk mitolojisinde 
                  eskatoloji, toplum ve etik değerler'' , Papirüs, sayı 23, Ocak 
                  1999, s. 20 vd. 
                  (2) Bkz. Ayhan 
                  Korkmaz , ''Eşcinsellik âdetleri'' , Bilim ve Ütopya, sayı 
                  42,  Aralık 1997, s. 53 vd.  
                   
                  Sokak çocuğunun cinsel tercih özgürlüğü 
                   
                  Eşcinselliğin 
                  insanların özgür seçimleriyle yaygınlaşmayıp sistem tarafından 
                  zorla dayatılmasını, en çarpıcı biçimde toplumumuz yaşamıştır. 
                  Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu'nun geçen 
                  yıl hazırladığı bir raporda, 2000 yılında Türkiye'de bir 
                  milyon çocuğun sokakta yatacağı belirtildi. 2000'e geldik. 
                  Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 31'i 14 yaş ve altındaki 
                  çocuklardan oluşuyor. Demek ki, 20 milyon çocuğun 1 milyonu 
                  sokaklarda yatmaktadır. Sokak Çocukları Vakfı'nın kurucu 
                  üyelerinden, sinema eleştirmeni Tunca Arslan , sokağa düşen 
                  ''her çocuğun'', içlerinde farklılık olmaması için, aralarına 
                  katıldığı grubun üyelerinin cinsel tecavüzüne uğradığını 
                  belirtmektedir (3). Sistem, acımasız ekonomik ve toplumsal 
                  koşullarıyla sokağa attığı her erkek  çocuğa duvar 
                  diplerinde tecavüz etmekte, onu şiddet yoluyla eşcinselliğe 
                  zorlamakta ve arkasından da, o çocuğa, ''Bu senin cinsel 
                  tercih özgürlüğündür'' demektedir. Bir milyon çocuk, büyük 
                  şehirlerin sokaklarında. Ve o bir milyon çocuk, daha ergenlik 
                  çağına gelmeden kendi cinsinin tecavüzüne uğruyor. Bu eşcinsel 
                  ilişkiler, birçoğu için, daha sonra da devam ediyor. Hatta 
                  bazıları için eşcinsel ilişki, bir ''ekmek kapısı'' haline 
                  geliyor. Bütün bunlar zorla, şiddetle olmaktadır. Sistem 
                  sanatçısının ve yazarının işlevi: Ancak, daha vahimi, birtakım 
                  ideologların, romancıların, sinemacıların, şairlerin, magazin 
                  basını ve yazarlarının şiddet yoluyla dayatılan eşcinselliği, 
                  ''yükselen değerler'' kategorisi içine alarak parlatmalarıdır. 
                  Yıkıntıların içindeki tecavüz, ideolojik tecavüzle birleşmekte 
                  ve sürmektedir. Sokağa düşen çocuğun ırzına geçilmesi ile bu 
                  tecavüzü ''cinsel tercih özgürlüğü'' olarak topluma takdim 
                  eden  sanatçının faaliyeti, aynı mekanizmanın farklı 
                  işlevleridir. Sistem, tecavüz ettiği çocuğa, bu durumu 
                  ''özgürlük'' olarak kabul ettirmektedir. Son aylarda 
                  televizyonda iki film seyrettim. Biri ''Ağır Roman'', diğeri 
                  ''Hamam'' filmleriydi. Gazetelerdeki olağanüstü övgüler 
                  nedeniyle bu filmleri merak ettim. Her ikisinin de, çürüyen 
                  sistemin ürünü olan insanlık facialarını, eşcinselliği, 
                  fahişeliği, uyuşturucu bağımlılığını, çakallığı, özetle 
                  üretimle hiçbir bağı olmayan toplumsal tortuyu, şirin ve güzel 
                  göstermek için çevrildiğini gördüm. Sistemin bu durumlara 
                  ittiği zavallı insanlarımıza, bu düşkünlükleriyle gurur 
                  duymaları telkin edilmekte, her an bu hallere düşebilecek 
                  olanlar ise çukura itilmektedir. Emperyalizme bağımlı sistemin 
                  yarattığı yabancılaşma, sanata da yansımış ve sistemin 
                  sanatçısını da anaforun içine çekmiştir. Tecavüze uğrayan, 
                  yalnız sokağa düşen çocuk değildir. Bütün toplum, sistemin 
                  çürüyen kültür ve sanatının tecavüzü altındadır. Son 
                  dönemlerde, ödüller verilen, göklere çıkarılan filmlere 
                  bakınız, hemen hepsi eşcinselliği  yüceltmektedir. Sistem, 
                  bir milyon çocuğu sokağa atıyor. Sokağa atılan erkek çocuk, 
                  daha önce sokağa atılmış ağabeyinin tecavüzüne uğruyor. 
                  Sistemin sanatçısı, o çocuğun tecavüze uğrama ''özgürlüğünü'' 
                  savunuyor. Mekanizmanın işleyişi budur. 		  
				  
				  
                  (3) Tunca Arslan , ''Sistemin 
                  sövdüğü ve sevdiği çocuğu: Eşcinsellik'' , Papirüs, sayı 23, 
                  Ocak 1999, s. 9. 
 
	II.
	
	
	 CİNSLER ARASI EŞİTSİZLİK VE EŞCİNSELLİK  Kadın 
                  köleleştirilince ve aşağılanınca: Birtakım feministlerin, 
                  eşcinselliği bir ''özgürlük'' gibi yansıtmaları, tarihin acı 
                  bir cilvesi oluyor. Çünkü eşcinsellik, aynı zamanda cinsler 
                  arasındaki eşitsizliğin, kadının aşağılanması ve 
                  köleleştirilmesinin bir ürünüdür. Toplumun, meta ekonomisinin 
                  yaygınlaşmasıyla birlikte sınıflara bölünmesi, kadın-erkek 
                  ayrımını da derinleştirdi. Sınıflara bölünme ve cinsler arası 
                  eşitsizliğin büyümesi birlikte yaşandı. Eşcinsellik ise 
                  yukarıda kanıtlarıyla ortaya konduğu gibi, bu iki 
                  farklılaşmanın günah çocuğudur. Platon 'un ideal Devleti'nde 
                  kadının yeri yok. Çünkü sınıflara bölünmüş toplumda kadın 
                  aşağı cinstir. Aşağı bir cins ise Devlet gibi kutsal 
                  örgütlenmeye giremez. Kadın zihinsel üretimin dışında 
                  tutulunca: Kadın yalnız, Devlet'in mi dışındadır. Kadın 
                  zihinsel faaliyetin, sanatın, hâkim sınıfların ayrıcalığı olan 
                  her faaliyetin dışındadır. Eski Yunan'da bir tane kadın 
                  filozof gösterebilir misiniz? Bir tane kadın Romalı şaire 
                  rastladınız mı? Hz. Muhammed 'in hadislerine göre, 124 bin 
                  nebi bulunuyor. İçlerinde kadın var mıdır? Aynı  soruları, 
                  İran, Emevi, Abbasi ve Osmanlı için de sorabiliriz. Özeti 
                  şudur: Kölelik ve kulluk sistemlerinin ideolojisini inşa 
                  edenler arasında kadın bulunmaz. Yani kadın olmak ve aydın 
                  olmak bir araya gelemez. Kadın, zihinsel yaratıcılığın dışına 
                  sürülmüştür. Bu durumda, kadınla derin duygusal iletişim de 
                  olanaksız kılınmıştır. Zihinsel ve duygusal derinliği olmayan 
                  kadınla ancak insan soyunu üretmek için ilişki kurulur. Aşk 
                  ise yalnız insan türünü üretme eylemi değildir; zihinsel ve 
                  duygusal boyutları olan bir ilişkidir. Bu durumda Platon ne 
                  yapsın? Kadını niçin Devlet'ine alsın? Kadınla hangi derin 
                  cinsel arkadaşlığı tadabilir ki? Platon'un Devlet'inde 
                  ''kutsal aşkın erkekler arasında olması'', kadının zihinsel 
                  faaliyet alanının dışına atılmasının olağan bir sonucudur. 
                  Duygusal ilişki, erkekle olmaktadır. Eski Yunan'da erkekle 
                  duygusallık boyutu olmayan ilişkiye ''pis oğlancılık'' 
                  denmektedir. Oğlancılığın ''hası'' duygusal oluyor. ''Kutsal 
                  aşklar'', köleci ve feodal soylular sınıfı içinde erkekler 
                  arasında yaşanıyor. Büyük İskender 'in büyük aşkı, filozof 
                  Aristotales 'tir. Mevlana, Şemsi Tebrizi ve Hüsamettin Çelebi 
                  'ye büyük bir tutkuyla bağlıdır. Anadolu'da ''davul dengi 
                  dengine'' denir. Cinsel aşk, eşitler arasında derindir; 
                  denkler arasında derindir. Kölelik ve kulluk toplumlarının 
                  filozofları, düşünürleri, şairleri, kadınlar arasında kendi 
                  denklerini bulamayacakları için, derin zihinsel ve duygusal 
                  beraberliklerini kendileri gibi entelektüel erkeklerde 
                  aramışlardır. Peki saray kadınları, soyluların kadınları ne 
                  yaptılar, gerçek sevgi ve şefkati nerede buldular? Erkeğin 
                  erkeğe yöneldiği bu toplumlarda, aşağılanmış ve gururunu 
                  yitirmiş olan kadın, aşkı kendi eşitinde aramıştır. 
                  Lezbiyenlik bir bakıma bir aşağılanmanın ve bir hüznün 
                  paylaşılmasıdır. Erkek eşcinselliğinin yaygın olduğu her 
                  toplumda, kadınlar da eşcinselliğe itilmiştir. Oğlancılık ile 
                  sevicilik aynı toplumsal ilişkilerin ürünüdür; bir madalyonun 
                  iki yüzüdür. Erkek ve kadın, zihinsel ve duygusal derinliği 
                  olan beraberliği, sınıfsal karşıtlıklar yüzünden karşı cinsle 
                  kuramayınca bu kez, kendi cinsini tersine çevirmeye 
                  zorlanmaktadır. Toplumsal sistem ve ideoloji, erkek ve kadın 
                  biyolojisini zorluyor. 
                   3. ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM VE EŞCİNSELLİK
 
				   Günümüzün Roma'sı: Eşcinsellik, 
                  kapitalizmin çürüme döneminde, emperyalizm çağında doruğa 
                  çıktı. Hitler 'leri, Mussolini 'leri ve en son ABD 
                  saldırganlığını yaratan emperyalizm, yalnız şiddet alanında 
                  değil, eşcinsellikte de Neron 'ların köleci 
                  imparatorluklarıyla karşılaştırılamayacak rekorlar kırmıştır. 
                  ABD'li araştırmacı Kinsey , kırk yıl önce ABD'deki 
                  eşcinsellerin oranını yüzde 37 olarak saptıyordu. Yaptığı 
                  anketler sonucu yazdığı rapora göre, üç ABD'liden biri 
                  eşcinsel veya eşcinsel duyumlu idi. Aradan geçen kırk yıl 
                  içinde eşcinselliğin çok daha yaygın hale geldiği ve sistemin 
                  propaganda araçlarınca yüceltildiği söyleniyor. ABD, her 
                  alanda günümüzün Roma'sı oldu. Kinsey raporunun açıkladığı 
                  oranlar abartmalı olabilir, bunu tartışmıyoruz. Önemli olan 
                  şudur: Kapitalizmin liberal çağında eşcinsellik eğiliminin 
                  bugüne göre çok çok küçük oranda olduğudur. Yine aynı yasayı 
                  keşfediyoruz: Atina ve Roma'da olduğu gibi, sınıf tahakkümünün 
                  ağırlaşması, cinsler arası eşitsizliklerin büyümesi ve 
                  sistemin çürümesi ile eşcinsellik arasında koşutluğu 
                  kapitalizm de kanıtlamıştır. Özel çıkar ve bireysel kâr 
                  sistemi, bugün doğa ve insanı yıkıma uğratan bir nitelik 
                  kazandı. Artık sistem, aşkı da doğadan koparmaktır. Çürüyen 
                  kapitalizm, doğayla birlikte insan doğasını da zorluyor. 
                  İngiltere parlamentosunun kudretini anlatmak için, ''Kadını 
                  erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeyi yapabilir'' denir. 
                  Çürüyen kapitalizm, İngiliz parlamentosunu da geçerek erkeği 
                  kadın ve kadını erkek yapacak ölçülerde doğayı zorlamaktadır. 
                  20. yüzyılın sonlarında özel çıkarcılık, dizginlerinden 
                  boşandı. Buna bağlı olarak bireycileşme, yalnızlaşma, 
                  cemaatini yitirme, tüketim humması ve can sıkıntısı yanında ve 
                  onlarla ilişkili olarak eşcinsellik de yayılmaktadır. Burada 
                  eşcinsellik, sistemin insana dayattığı acılardan ve 
                  yırtıcılıktan kaçmak için, uyuşturucu gibi, içki, kumar, 
                  iskambil oyunları, falcılık, büyücülük, loto-toto, piyango, 
                  ganyan gibi, bir yabancılaşma ve çürüme olayıdır. 12 Eylül 
                  patlaması: Türkiye'nin eşcinsellik olayını, 12 Eylül'den sonra 
                  yoğun ve yaygın olarak yaşaması da anlamlıdır. 24 Ocak 
                  kararları ve 12 Eylül cuntası, sınıf farklarını Türkiye 
                  tarihinin görmediği oranda derinleştirmiş, toplam 650 bin 
                  insanın gözaltı ve hapishaneden geçtiği bir şiddet uygulamış, 
                  emekçi hareketini ezmiş, Türk-İslam Sentezi'ni resmi ideoloji 
                  olarak kabul etmiştir. Bütün bunlara bağlı olarak, 
                  eşcinsellikte de patlama yaşanmıştır. Türkiye insanı, 
                  homoseksüel, travesti, heteroseksüel, lezbiyen, gay gibi 
                  kavramlarla hep 12 Eylül döneminde tanıştı. Eskiden Türkiye 
                  toplumunda olağandışı ve iyi gözle görülmeyen, en azından bir 
                  davranış bozukluğu sayılan eşcinsellik, 12 Eylül'den sonra 
                  büyük ideolojik atağını yapmıştır. İstanbul, İzmir ve 
                  Ankara'nın belli çevrelerinde, eşcinsel olmayan entellerin 
                  utandığı ve entelden sayılmadığı bir hava estirilmiştir. 
                  Sendikalı işçi sayısı azalırken, işçi hakları bastırılırken, 
                  tarımın çökertildiği bir ortamda köylünün yaşama hakkı tehdit 
                  altına girerken ''cinsel tercih özgürlüğü'', insan hakları 
                  listesinin en başına kurulmuştur. Emperyalist sistemin 
                  merkezlerinde imal edilen ''Yeni Sol'', bu dönemde Türkiye'ye 
                  ihraç edilmiş ve bunlar aracılığıyla sınıf mücadelesi 
                  aşağılanarak eşcinsel, travesti, fahişe, lumpenlik gibi sınıf 
                  dışı unsurların hak ve özgürlükleri için mücadele örgütleri ve 
                  partisi devreye sokulmuştur. Eşcinselliğin bir emperyalist 
                  ihraç malı olduğunu, 12 Eylül döneminde kendi ülkemizde de 
                  gördük. 
				  
				  
				  
				  III.
				 
				 Emperyalizmle 
                  gelen eşcinsellik 
                  
                  4. 
                  Toplumsal çöküş ve eşcinsellik Eşcinselliğin 
                  sınıflar ve cinsler arasındaki farklılaşmaların aşırıya 
                  varmasıyla olağanlaştığını saptadık. Bu farklılaşmaların 
                  olağanüstü derinleşmesi, sınıflı toplum sistemlerinde 
                  tıkanmalara, çöküş ve dağılmalara neden olmaktadır. Bu 
                  dönemlerde eşcinselliğin de patlamalar yaptığı görülüyor. 
                  İlginçtir, Türk mitolojisi binlerce yıl önce eşcinselliği kaos 
                  ve kıyamet dönemlerinin belirtisi sayıyor. Eski Türkler, 
                  eşcinselliği dünyanın sonunun geldiğini gösteren bir alamet 
                  olarak görüyorlar (4). Toplumların devrimci yükseliş 
                  dönemlerinde yaşanan iyimserlik ve geleceğe duyulan umut, 
                  cinsel aşka da canlılık kazandırırken çöküş ve dağılma 
                  koşulları eşcinsellik eğilimini güçlendirmektedir. Bu olay, 
                  sınıfsal çelişmelerin keskinleşmesi yanında, bunalım 
                  dönemlerinin ruh halinde yarattığı karamsarlıklar, 
                  dengesizlikler ve karmaşayla da ilgilidir. Nitekim 
                  eşcinsellik, eski Yunan'da, Roma'da, Ortadoğu 
                  imparatorluklarında ve emperyalist-kapitalist toplumda, derin 
                  bunalım ve çöküş dönemlerinde yayılmış ve toplumu sarmıştır. 
                  Bunalım dönemlerinin hercümerci, belirsizlikleri, güvensiz 
                  ortamı, yırtıcılığı, karmaşa ve gürültüsü, eşcinsellik 
                  eğilimine yol açıyor. Fareler üzerinde yapılan bir deney de bu 
                  saptamayı doğrulamıştır. Bilim adamları, gürültülü bir ortamda 
                  bırakılan farelerin bir süre sonra eşcinsel ilişkilere 
                  girdiklerini gözlemliyorlar. Emperyalist-kapitalist sistem, 
                  bunalım dönemlerinde yarattığı kargaşalık ve güvensizlikle 
                  insanları serseme çevirmekte ve gürültü altında kalan farenin 
                  durumuna itmektedir. Gürültüde kalan fare durumunu, son 
                  yıllarda Rusya halkı büyük acılarla yaşadı. 1996 yılı Ağustos 
                  ayındaki Rusya gezimde görüştüğüm Şeniyin, Tulkin, Ligaçev, 
                  Gruçkov, Zufanov gibi günümüzün Komünist Parti liderleri, bana 
                  şu çarpıcı gerçeği anlattılar: Rus toplumu, eşcinselliği 
                  yaygın olarak emperyalizmin kültürel saldırısıyla öğrendi. 
                  Belki seyrek olarak eskiden de vardı. Ama kenarda, köşedeydi, 
                  toplum bilmezdi. Hele övülmesi,yayılması, reklam edilebilmesi, 
                  düşünülemezdi bile. Ancak çürüyen emperyalist kültür, bizim 
                  toplumsal değerlerimizi bozguna uğratınca, eşcinsellik artık 
                  sıradanlaştı, dahası bir süre sonra yozlaşmış aydınlar 
                  arasında bir itibar kaynağı haline geldi. Eşcinsellik ile 
                  toplumsal çöküş ve çürüme arasındaki ilişkiyi, biz kendi 
                  tecrübemizle öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. Ve 18 Ocak 
                  1999 günkü gazetelerde çıkan bir haber, Kızılordu askerlerinin 
                  fahişelik yaparak geçimlerini sağladıklarını yazıyordu. 
                  Eşcinsellik bir kez daha toplumsal ve ekonomik iflasın acı 
                  meyvası olarak karşımıza çıkıyordu.  
                  5. 
                  Biyolojik eşe yabancılaşma Yabancılaşma: 
                  Yabancılaşma uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünüdür. Kabile 
                  toplumunun sınıflara bölünmesiyle birlikte insanın 
                  yabancılaşması süreci de başlamıştır. Para ekonomisinin doruğu 
                  olan kapitalizm, yabancılaşma sürecinin de doruğudur. 
                  Kapitalist meta sistemi, hele emperyalizm çağında, her şeyi 
                  meta ekonomisinin içine çekmiş, her şeyi alınır satılır hale 
                  getirmiştir. Kapitalizmin piyasa ekonomisini tahlil eden Marx 
                  , insanın bu ilişkiler içinde 
                   
                    - 
                    Üretime,
                    
 - 
                    Ürettiği 
                    ürüne,
                    
 - 
                   Topluma, 
                   
                    
 - 
                    Ve 
                  İnsanın 
                  kendi türünün üretimine yabancılaşması:
  
				  Eşcinsellik de bu 
                  yabancılaşma olayının bir görüntüsü ve belirtisidir. 
                  Kapitalizm, insanı maddi üretime yabancılaştırdığı gibi, kendi 
                  türünün üretimine de yabancılaştırmaktadır. Kendisini üretmeye 
                  yabancılaşan insan, doğadaki biyolojik eşine, yani karşı cinse 
                  de yabancılaşıyor. Başka deyişle cinsel aşka yabancılaşıyor. 
                  Marx, kapitalizmin çürüme döneminde yaşamadı, eşcinselliğin bu 
                  denli yaygınlaştığını ve sistem tarafından dayatıldığını ve 
                  yüceltildiğini görmedi. İnsanlığın 20. yüzyılın sonlarında 
                  yaşadığı deneyim göstermektedir ki, yabancılaşma; insanın 
                  yalnız üretime, ürüne, topluma ve kendisine yabancılaşması 
                  değil, aynı zamanda insanın biyolojik eşine ve cinsel aşka da 
                  yabancılaşmasıdır. Cinsel aşk ve doğa: Cinsel aşkı tanımlamaya 
                  kalkacak kadar cesur değiliz. Ancak aşkın iki unsurunu 
                  belirleyebiliriz: Birincisi, aşk insanın kendi cinsini 
                  üretmesiyle ilgilidir. Denebilir ki, insanın üreme içgüdüsü, 
                  cinsel arzu ve aşkla pekişmiş ve güvenceye kavuşmuştur. 
                  Kuşkusuz bu olay, doğaüstü bir iradenin ürünü değildir. 
                  Kökleri canlıların insan öncesi evrim hikâyesine kadar 
                  uzanıyor. Üreme için cinsel ilişki eyleminin, canlıların 
                  biyolojik varlıklarında, belli kimyasal ve fiziksel süreçlere 
                  yol açtığı ve bu süreçlerin canlıların evrim tarihi içinde 
                  belli değişimlerden geçtiği açıktır. Bu evrimin doruğunda 
                  insan türü bulunuyor. Bilimsel verilere göre, cinsel aşk, 
                  insan beyninde ve vücudunda belli faaliyet ve dönüşümlerle 
                  bağlantılı olarak yaşanıyor. Cinsel aşkın beynin belli 
                  bölgelerinde özel bir faaliyete yol açtığı, kandaki ve insan 
                  vücudundaki belli hormonları harekete geçirdiği; solunum 
                  sistemini, kalp atışlarını, kan basıncını vb. etkilediği 
                  biliniyor. Yalnız bilim adamları değil, her insan, cinsel aşk 
                  ile insanın fiziksel varlığı arasındaki ilişkiyi kendi 
                  tecrübeleriyle saptamıştır. Cinsel ilişkinin, beş duyuyla 
                  gerçekleştiği açıktır. Dokunma, görme, koklama, duyma ve tat 
                  alma duygularının insan vücudundaki belli maddi oluşum ve 
                  değişimleri harekete geçirdiği belirlenmiştir. Konuyu 
                  uzmanlarına bırakıyoruz. Ancak bu yazı kapsamı içinde 
                  vurgulamak istediğimiz olgular şunlardır: 
                  
                    - 
                    Cinsel 
                    aşkın kökeninde ve temelinde insanın kendi türünü üretmesi 
                    vardır.
                    
 - 
                   Bu 
                    üreme faaliyetiyle bağlantılı olan arzu ve duygular, 
                    canlıların milyarlarca yıllık ve insan türünün milyonlarca 
                    yıllık evrimi sonunda oluşan fizyolojik süreçlerdir. 
                   
  
                  Bu 
                  fizyolojik süreçleri ve duyguları, insan; kadın ve erkek cinsi 
                  özellikleriyle yaşar. Özetle: Karşı cinse beslenen cinsel 
                  duyguların üreme ile bağlantısı, insanın evrimiyle 
                  sınırlarsak, en azından birkaç milyon yıllık bir geçmişe 
                  dayanmaktadır. Ve bu evrim sonucu, insan fizyolojisinde belli 
                  oluşum ve süreçler oluşmuştur. Aşk ile üreme arasındaki bu 
                  bağa, aşk ile insan doğası veya aşk ile  cinslerin doğası 
                  arasındaki bağ olarak da bakabiliriz. Üreme ile cinsel 
                  duygular arasındaki bu bağ fizyolojik olduğu için, toplumsal 
                  ve ideolojik nedenlerle zorlandığı zaman kriz doğmaktadır. 
                  Eşcinsellik, bu krizin belirimlerinden biridir.  
                  (4) Arif Acaloğlu , ''Türk 
                  mitolojisinde eskatoloji, toplum ve etik değerler'' , Papirüs, 
                  sayı 23, Ocak 1999, s. 20 vd. 
                 
        
	
	IV.
	
	
	 Cinsel aşkın zihinsel ve duygusal 
                  cephesi: 
                  Cinsel 
                  aşk, türün üremesiyle bağlantılı kuşkusuz, ancak bundan ibaret 
                  değil. Kendi türünü üretmek için fiziksel ilişki, hayvanlarda 
                  da var. Ancak biz insanlar, hayvanlardaki bu ilişkiyi ''cinsel 
                  aşk'' olarak görmüyoruz. İnsanlara göre, cinsel aşkta, 
                  hayvanlardan farklı ve fazla olarak fiziksel ilişkinin 
                  ötesinde, zihinsel ve duygusal bir alışveriş var. Cinsel aşkın 
                  ikinci unsuru, bu zihinsel ve duygusal iletişimdir. En 
                  önemlisi, bu iletişim, büyük bir mutluluk kaynağı. Ancak 
                  insanlar arasındaki zihinsel ve duygusal alışveriş, cinsel 
                  aşkla sınırlı değildir. Cinsel aşkı diğer duygusal ve zihinsel 
                  iletişim türlerinden ayıran, karşı cinsler arasındaki üreme 
                  faaliyetiyle bağlantısıdır. Üreme faaliyeti temeli 
                  oluşturuyor. Ancak insanın zihinsel ve duygusal varlığı 
                  geliştikçe cinsel aşkın da derinleştiği ve çok daha zengin bir 
                  mutluluk kaynağı haline geldiği kesindir. Şöyle de ifade 
                  edebiliriz: Hititler döneminde bundan üç-dört bin yıl önce 
                  yaşayan çobanlar veya tarımcılar arasındaki cinsel aşka göre, 
                  20. yüzyıl aydını veya sanatçısının aşkında yaşanan duygu 
                  derinliği ve zenginliği arasında büyük fark vardır. Bu nedenle 
                  derin bir düşünür ve yaratıcı, aynı zamanda duygulu ve tutkulu 
                  bir âşıktır. Beynindeki gelişmişlik ile aşk arasında doğru bir 
                  orantı bulunur. Aşkın zihinsel ve duygusal boyutu, kuşkusuz 
                  toplumsaldır. İnsanın sınıfı, kültürü, tecrübeleri, zihinsel 
                  birikimi ve duygusal gelişimiyle belirlenmiştir. Masallar ve 
                  pastoral öyküler ne derse desin, zihinsel birikimi zengin olan 
                  bir insanın, aşkı da derin ve zengin duygularla yaşama olanağı 
                  fazladır.  İnsanın zihinsel varlığının biyolojik 
                  varlığından kopmaya zorlanması: Eşcinsellik, cinsel aşkın iki 
                  unsur arasındaki bağı koparmaktadır. Eşcinsellikte, insan 
                  fizyolojisi ile zihin ve duygu iletişimi arasındaki bağlantı, 
                  milyonlarca yıllık geçmişinden kopmaya zorlanmaktadır. Oysa 
                  cinsel duygularla beyin, hormonlar, kan dolaşımı arasındaki 
                  ilişki, insan evrimi açısından milyonlarca yıllık bir geçmişin 
                  ürünüdür. Bu açıdan bakınca, eşcinsellik, milyonlarca yıllık 
                  biyolojik evrimin inkârı oluyor. Belli toplumsal süreçlerde 
                  oluşan belli bir ideolojik konumlanma veya belli toplumsal 
                  durumların dayattığı bir insanlık hali, kişiyi insanın 
                  biyolojik tarihinden kopmaya zorlamıştır.  İnsanın, 
                  milyonlarca yıllık fiziksel evriminden, belli toplumsal ve 
                  zihinsel dayatmalarla kopması, fiziğin zorlanmasıdır; fizik 
                  ötesi, metafizik bir olaydır. Oysa insan, doğanın bir 
                  parçasıdır. Ve insan, doğada bir cins olarak, kadın veya erkek 
                  olarak var olur. Ve insanın kadınlığı ya da erkekliği, tek tek 
                  her insanın hayatıyla belirlenmemiştir; insan türünün 
                  hayatıyla belirlidir. Tek tek insanların cinsel varlıkları ve 
                  duyguları, beyinleri, solunum ve kan dolaşım sistemleri, o 
                  insanın bireysel tecrübesiyle kendi türünün genel 
                  özelliklerinden ayrılamaz. Ayrılmaya zorlanırsa, insanın 
                  fizyolojik, zihinsel ve duygusal varlığının bunalıma girmesi 
                  kaçınılmazdır. Eşcinsellikte, kişinin yaşadığı toplumsal 
                  tecrübe, insan türünün milyonlarca yıllık doğal evrimiyle 
                  karşı karşıya gelmektedir. Milyonlarca yıldır erkek olan bir 
                  fizyolojik sistem, diyelim sekiz-on yıllık bir tecrübe 
                  sonunda, toplumsal veya ideolojik nedenlerle kadın olmaya 
                  zorlanmaktadır. Veya milyonlarca yıllık kadın fizyolojisi ve 
                  duygusal varlığı, belli toplumsal etkilerle erkek olmaya 
                  zorlanmaktadır. Eşcinsellik, ideolojinin doğayı zorlaması 
                  oluyor. Temele inersek eşcinsellik, bir toplumsal durumun 
                  doğayı zorlaması oluyor. Oysa karşı cinse duyulan aşk ile 
                  doğaya duyulan sevgi arasında çok köklü bir bağlantı vardır. 
                  İnsanın aşkını, eskiden beri çiçeklerle, akarsularla, 
                   çağlayanlarla, yağmurla, rüzgârla veya fırtınayla 
                  anlatması, doğa ile aşk arasındaki bağlantının ne kadar 
                  yerleşik ve sağlam olduğunu gösterir. Cinsel aşk, kadınlık ve 
                  erkeklik olarak da beliren insan doğasından koparıldığı zaman, 
                  aslında insan ile doğa arasındaki ilişki zorlanmaktadır. Somut 
                  olarak hormonlar zorlanmaktadır. Kan basıncı tersine çevrilmek 
                  istenmektedir. Beyindeki milyonlarca yıllık faaliyet ve 
                  kurumlaşma zorlanmaktadır. Beş duyu sisteminin milyonlarca 
                  yıllık yerleşik yapısı zorlanmaktadır. Bu fizyolojik 
                  zorlamanın temelinde, toplumsal zorlamalar vardır. Milyonlarca 
                  yıl sınıfsız olarak yaşamış olan insan, sınıflara bölününce, 
                  tahakküm ve boyun eğme ilişkisine zorlanmıştır. Bu, insan 
                  varlığını derinden etkilemiş ve yabancılaşma dediğimiz sürece 
                  yol açmıştır. Eşit olmayan insanlar arasındaki aşk ise ezmek, 
                  boyun eğmek, teslim almak, burnunu sürtmek, kapris, naz, 
                  aldatmak gibi eylemlerle iç içe geçmiştir.  
                  6. 
                  EŞCİNSELLİK MUTSUZLUK KAYNAĞI  Özgürlüğe yıkım: 
                  Eşcinselliğe hayat: 
                   
                    - 
                    Sınıfsal 
                    eşitsizlik, baskı ve sömürü.
                    
 - 
                    Cinsler 
                    arası eşitsizlik, kadının köleleşmesi ve aşağılanması.
                    
 - 
                    İnsanın 
                    kendine ve biyolojik eşine yabancılaşması.
                    
 - 
                    Toplumsal 
                    çöküntü ve kaos dönemlerinde insanın sersemlemesi ve 
                    dengesini yitirmesi.
  
                  Eşcinselliğin 
                  toplumsal kaynakları bunlar. İnsanlığın ezeli özlemlerine 
                  yapılan saldırılar, eşcinselliğin de yolunu açıyor. Bunca 
                  fenalık ve mutsuzlukla birlikte boy veren eşcinsellik, nasıl 
                  oluyor da mutluluk kaynağı olarak gösterilebiliyor? İnsanın 
                  özgürlük mücadelesi, sınıfsal ve cinsel eşitsizlikleri ortadan 
                  kaldırma ve doğa ile insan arasındaki uyumu sağlama 
                  mücadelesidir. Özgürlüğe yıkım getiren her şey, eşcinselliğe 
                  hayat veriyor. O zaman nasıl olur da eşcinselliğin bir 
                  özgürlük olduğu ileri sürülebilir? Cinsel kölenin 'mutluluğu': 
                  Yunan soylularının kucaklarına atılan genç kölelerin, Roma 
                  imparatorlarının koyunlarına sokulan köle oğlanların, 
                  padişahların eğlencesi olan oğlanların, kuytularda zorla 
                  ırzlarına geçilen sokak çocuklarının ''özgürlüğünden'' söz 
                  etmek kadar korkunç bir aldatma ve ikiyüzlülük var mıdır? Ezen 
                  ve çöken sistemin efendileri bu eşcinsel ilişkilere girerken 
                  acaba özgürler mi? Onlar da tahakküm, baskı ve şiddet 
                  uygulayacak, insanlıktan çıkan zavallılar değiller mi aslında? 
                  Sistem, onlar da eşcinselliğe yuvarlanmış değil midir? 
                  ''Fantezi'' olduğu söylenen bütün bu davranışlar, korkunç bir 
                  yabancılaşmanın pençesindeki insanların bozgun içinde 
                  itildikleri bir insanlık hali değil midir? Tarihin tanıklığı 
                  bir yana, herkesin örneklerine bakarak yaptığı gözlemler de, 
                  eşcinselliğin büyük acıların ve mutsuzlukların  kaynağı 
                  olduğunu göstermiyor mu? Bulunamayan iç barış: Görülen odur 
                  ki, eşcinseller, toplumumuzdaki yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı, 
                  bireycileşmeyi, yırtıcılığı, gerginlikleri, huzursuzlukları, 
                  herkesten birkaç kat daha ağır yaşamaktadırlar. Bu 
                  ıstırapları, yalnız toplumdan dışlanma ve aşağılanmayla 
                  açıklamak çok aldatıcıdır. Bir yabancılaşma ve kişisel bozgun 
                  durumu olan eşcinselliğin yarattığı gerginlikleri, kendilerine 
                  çok güvenen kimi sanatçılar ve entelektüeller dahi aşabilmiş 
                  değillerdir. Toplumsal barış yanında insanın iç barışı ve 
                  dinginliği, mutluluk için olmazsa olmaz koşuludur. Eşcinsel, 
                  kendisinden hoşnut ve huzurlu değildir. İntiharların, 
                  eşcinseller arasında yaygın olması anlamlıdır. Bu açıdan 
                  eşcinsel, toplumun yaşadığı büyük bunalımları en aşırı yaşayan 
                  bir toplumsal  kurbandır. Onlar, toplumsal eşitsizliklerin 
                  ve yabancılaşmanın yükünü şu veya bu nedenle en çok çeken ve 
                  bu ağırlığın altında en çok ezilen insanlardır. Hal böyle 
                  olunca, sistemin ideolog ve sanatçılarının eşcinselliği 
                  özendiren ideolojik faaliyetleri de yerli yerine oturuyor. 
 
                   SONUÇ: 
                  YABANCILAŞMADAN KURTULMUŞ EŞİTLERİN AŞKI
 
                   Eşcinsellik, eşitliğe aykırı süreçlerin ürünüdür. 
                  Yine eşcinsellik, yukarıda kanıtlarıyla gösterildiği gibi, 
                  özgürlüğe aykırı süreçlerin ürünüdür. Oysa cinsel aşk, ancak 
                  eşit ve özgürler arasında bütün zihinsel derinliği ve duygu 
                  zenginliğiyle yaşanabilir. İmparator Neron ile kölesi arasında 
                  derin bir aşk olamaz. İlk eşcinsellik deneyimini düştüğü 
                  sokakta tecavüze uğrayarak yaşamış insan da yaralanmıştır; 
                  incinmiştir. Bütün deneyimler, en sonunda o ilk deneyimin 
                  tekrarıdır. İnsanlığın üç büyük davası vardır: Eşitlik, 
                  özgürlük ve barış. Sınıflara bölünmüş ve cinsler arası 
                  eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplum, ancak sınıflar ve cinsler 
                  arası eşitlikle yabancılaşmadan kurtulur ve barışa da kavuşur. 
                  Bu barış, hem toplum içindeki barıştır hem de insanın iç 
                  dünyasındaki barıştır, kendinden hoşnut olmaktır. Toplum 
                  içindeki farklılıkların yarattığı kavga, eşcinselin iç 
                  dünyasına daha da şiddetle yansımaktadır. Sınıfsız toplum, 
                  eşitlik ve özgürlüğün zeminini yaratmak yanında, insan ile 
                  doğa arasında bozulan dengeyi kurmak yoluyla da, gerçek cinsel 
                  aşkın ortamını getirecektir. İnsanoğlu, özel çıkar ve bireysel 
                  kâr sistemini ortadan kaldırarak insanın biyolojik varlığı ile 
                  zihinsel-duygusal varlığı arasındaki milyonlarca yıllık 
                  dengeyi, bu kez çok daha üst düzeyde yeniden kuracaktır. Bu, 
                  boş bir hayal değildir. İnsanlık tarihine ve günümüz toplumuna 
                  bakarsak, en derin ve en güzel aşkların, bireysel çıkardan 
                  arınmış derin düşünceli ve eşitler arasında yaşandığını 
                  görürüz. Sınıfsız bir dünya özlemi ve her tür eşitliği 
                  özümlemek, uçsuz bucaksız duygu zenginliğinin de koşuludur. 
                  Herkes, sınıfsız toplum insanını daha bugünden kendi 
                  kişiliğinde yaratarak büyük sevdaların ve eşsiz mutlulukların 
                  insanı olabilir.  |