Eşcinsellik ve Tekâmül
< Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel...
< Öyküler
önceki sayfa

Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür

Zekeriya Gün / Ankara
(zek@gay.com)

I. Öyküler

a) "Oğlan" Tasvirleri

1. Hıristiyan Çocuğu Öyküsü

"Zengin bir Hıristiyan tacir vardı. Bir ülkede ticaretle meşguldü. Tacirin pek güzel bir oğlu vardı. O Hıristiyan çocuğu, adeta dünyanın ışığıydı. Menekşe, miskler saçan zülfünü, onun yüzünden elde etmiş, nazik gül, gülümseyen dudağa onun sayesinde sahip olmuştu. Yüzünden nikabını (örtüsünü) kaldırdı mı, adeta dünya geceyken gündüz olurdu. Mis gibi saçlarını ördü mü, bütün aşıklar, zünnar bağlanırlardı. Saçları öyle bukleliydi ki, bir tek kılında bile doğruluk niyeti yoktu. Kirpikleri savaş için ellerine harbe (süngü) aldılar mı, iki vuruşta iki alemi de yıkar, yere sererdi. Kaşları, yaylarını kurdu mu alem, can korkusuna düşerdi. Dudağından, şekerler saçmak, o güzelin yolu yordamıydı. Tatlılık saltanatının merkezi dudaklarıydı. Gülen lâlleri yüzünden aşıkların kucakları, inci dişleriyle adeta bir denize dönmüştü. 1

***

Bu öykünün devamında çocuk ölür, babası da "Tanrının oğlu olamayacağı"nı kabul ederek müslüman olur.

2- Ney Çalan Delikanlı Öyküsü:

"Gönülleri ney gibi ateşe yakan şeker dudaklı bir delikanlı ney öğreniyordu. Babası kaç kere bağırıp çağırdı, neyi ateşe attı. Fakat bir gece oğlunun çalışına kulak verdi. Dinlerken perişan olup aklı başından gitti. Yüzü hararetten kanter içinde, "Bu sefer de, dedi ney beni yaktı!" 2

***

Oğlan tasvirleri, alıntılayacağımız hemen tüm öykülerde geçtiğinden burada, sadece tasvire yer veren ama içinde herhangi bir eşcinsel olay anlatılmayan iki öyküyle yetiniyoruz.

b) Eşcinsel Sevgi (Aşk)

1- Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü:

"Gönüller alan güzel bir çocuk vardı. Yüzünü gören gül bahçesi, hasedinden terlere batmıştı. Vakit bahardı. Sahraya çıkmış, bir çadır altında yalnızca oturmadaydı. Onun yüzünden çadır, kadri yüce bir gök kesilmişti. Çünkü çadırın altında da bir başka güneş vardı. Bir gencin ansızın ona gözü ilişti. Aşkından gönlü yerlere döşendi. Öyle bir aşık oldu, öyle bir tutuldu, ona öyle bir bağlandı ki, kimsenin öğüdü tesir etmiyordu. Yüzünü görmeden bir an bile karar edemiyordu. Fakat onunla bulaşmaya da hiçbir ümidi yoktu. Talih, dertlilere yardım etti. Bir gün yağmur yağmaya başlamıştı. Bütün ovadakiler koşup çadırlara sığındılar. Tesadüf bu ya, aşıkla o dilber sevgili de o çadırın altında buluştular. Yağmur hadden aşınca herkes çullar, kilimler altına girdi. Çadır altında o iki müştak (kavuşma arzusuyla yanan) da o sırada aynı kilimin altına girmişti. Gözleriyle birbirlerinden can kapmada, dudaklarıyla birbirlerinin canına can katmadaydılar. Her canı yanan, Yarabbi, bir zaman için olsun, azalt bu yağmuru, diye dua ediyordu. Aşıksa, Yarabbi azaltma! Dilediğin kadar çoğalt, demedeydi. Şu anda bulutlardan tufan gibi yağmur yağmada. Gemi yüzdürürsem, tam zamanı. Dertlilerin çektikleri kıtlık pek şiddetli. Şu anda yağmurdan bir nem bile yok adeta! Şu yağmur, mahşer gününe kadar yağsa, kıyametin, neşeyle kopması müyesser olur. Yarabbi, o saadeti nasip et. Yağmur her an ziyadeleşsin, diye yalvarıyordu." 3

2- Bir Çavuşun Şehzadeye Aşık Oluşu Öyküsü:

"Ay parçası gibi bir şehzade vardı. Güneş bile onu kıskanmış, avaresi olmuştu. (...) Fitne, nergis gözlerini gece renginde, simsiyah görünce, onların içine dalıp avlanmaya, biniciliğe kalkışırdı. Ne de hoş bir av elde etmişti ya! Dudakları hem baldı, hem şeker. Biri öbüründen, o da bundan daha hoştu, daha tatlıydı. Arılar balına üşüşmüşlerdi de o yüzden şeker kamışı gizli kalmıştı. Dudakları öyle güzeldi ki adeta mercana, akideye benzerdi; inci gibi otuz dişi de bunların arasında parıl parıl parlardı. (...) Yüzünü gören herkes, canı varsa hemen ona peşkeş çekerdi. Bir çavuş, o ay yüzlü güzele aşık oldu. Gönlü şaşkın bir hale geldi, aklı, yolunu kaybetti. Öylesine bir derde düştü ki dermanı yoktu. Çünkü çavuşta, sevgiliye layık bir can yoktu. O dertle bir hayli becelleşti, altüst oldu. Kimsecikler onun halini bilmiyordu."

Öykü çok uzun olduğu için bundan sonraki bölümlerini özetliyoruz:

Çavuş, aşkıyla yanıp kavrulurken, komşu ülkelerden birinin padişahı, o ülkeye savaş açar. Bu savaşa komuta etme görevi şehzadenindir. Çavuş ise olaya çok sevinir ve hemen şehzadenin maiyetinde savaşa katılır. Şehzadeye daha yakındır. Sürekli yüzüne hırsızlama bakmakta, onun yakınında olmanın sevincini yaşamaktadır. Şiddetli bir savaş olur. Şehzadenin ordusu yenilir, herkes kaçar. Ortalıkta bir tek şehzade ile çavuş kalmıştır. İkisi de yakalanır ve zindana atılırlar. Şehzade, çavuşa kendisini tanımadığını söyler ve hangi bölükten olduğunu sorar. Çavuş da onun askeri olduğunu, kendisini çok sevdiğini, savaşta iyice döğüşüp komutanına yararlı olmak istediğini söyler. Şehzade memnun olur. Ve ona iltifatlarda bulunur:

"Yüce şehzade, ona bir hayli iltifatlarda bulundu. Zaten gönlü yanmadaydı çavuşun, bu iltifatlar yüzünden büsbütün tutuştu. Çavuşun gönlü, neşeyle öyle bir hale geldi ki sanki yüzlerce alemin saltanatına nail olmuştu. Gerçi zindandaydı zavallı, ama hiç şikayetçi değildi. Gece gündüz o çocuğun hizmetinde bulunuyor, her an hizmette biraz daha ileri gidiyordu. Bütün gece sabaha dek ayaklarını ovuyor, bütün gün, gönlünü hoş edecek sözler bulup söylüyürdu. O yasemin kokulu dilberle öyle senli benli olmuştu ki bu, sözle tarif edilemez. O gönlü hasta aşık, her gün; Yarabbi, bu murada erişmemeyi, bu aşkı, bu yanışı, sen ziyadeleştir de tek ayrılık olmasın. Sen bu zindandan kurtarma bizi. Bu zindan bana bir cennet ki bir kerpicini bile yüzlerce cennete değişmem, diye dua etmekteydi." Bu arada, Padişah savaşın sonucunu öğrenir, şehzadesinin esir düştüğünü haber alır. Çok üzülür ve diğer padişaha elçi göndererek onunla uzlaşır. Şehzade iade edilir. Ayrıca Padişah kızını da şehzadeye verir. Kırk gün kırk gece düğün yapılır. Fakat bu durum çavuşun hiç hoşuna gitmemiştir. O sıralarda yeni evli olan şehzade de ortalıklarda görünmemekte, çavuş kıskançlık ateşiyle yanmaktadır. Sonunda şehzade tekrar günlük hayata döner ve çavuşu hatırlar. Huzuruna çağırtır:

"Çavuşu huzuruna çağırdı. Çavuş içeri girip selam verince derhal yere yıkıldı, aklı başında gitti. (...) Ta can evinden öyle bir nara attı ki! O yerlere serilen aşıkın aklı başına gelince o tertemiz şehzade sordu: A çavuş, dedi, bu ne hal? İşin feryadü figan. Vücudun kamış kalemin içindeki kıla dönmüş, öyle bir hale gelmişsin ki, hasta mıydın, yoksa bensiz ciğerlerini mi dağlıyordun? Çavuş, ağzını açıp; padişahım, dedi, o zindanda senden haberim bile yoktu benim. Fakat şimdi tam kırk gündür ayrılığını çekiyorum. Kırk gün sonra seni ancak görebildim işte. Gördüm de ne fayda. Binbir tantana içindesin. (...) Ayrılığa düşmemiştim. Vuslatına bir alışmıştım ki, seninleydim hep, hasretine takatim yok! Tekrar zindandaki elbiseleri giyer, bana görünürsen sana talip olabilirim. Fakat şu büründüğün elbisede kalır, saltanat ve hükümdarlık eder durursan, bu koşup köpüren can nasıl kudret bulur da bu saltanatla seni koçabilir, buna imkan var mı? Bu sözü söyleyip ölüm haline geldi. Yüzlerce feryat-figanlarla tertemiz ruhunu teslim etti." 4

3- Güzel Bir Oğlu Bulunan Vezir Öyküsü:

"Bir vezirin gayet güzel bir oğlu vardı. Ay bile onun sevgisinden perişan bir hale gelmişti. Cemali, güzelliği hatmetmiş, dudakları kevser ırmağının arı duru suyunu tatmıştı. (...) Sofinin biri de, onun aşkıyla kudretsiz bir hale düşmüş, anlatılamayacak bir hale gelmişti. Hiçbir suretle tahammül imkanı kalmamıştı. Nihayet gizli aşkını meydana vurdu. Aşkıyla öyle bir yanıp tutuşuyordu ki... Baştan ayağa kadar alev alev yanıyordu adeta. (...) Sırrını gönlünde gizlerken, nihayet aşkı üstün oldu, sırrını gizlemeye kudreti kalmadı. Gözleri yağmur gibi kanlı yaşlar dökmeye başladı. Böyle böyle gözlerine perde indi, görmez oldu. Kör olunca da derdi birken iki olmuştu adeta. Sonunda sırrı tamamen meydana çıktı. Bütün alem onu seyre koyuldu. Gözleri kör olmuş, yüzü sararmıştı. Halkın çoğu, onun bu haline acıklanmakta, derdiyle dertlenmekteydi. Büyüklerle beylerin hepsi, onun görmeye rağbet ettiler. Vezirle Padişah da, bir yerden dönerlerken vezirin oğlu da yanlarındaydı. Dervişin bulunduğu yere vardılar. (...) Oğlu, babasının gözlerinin nuruydu ama, o aşkın hali de başka bir haldi. Onun yüzünden gözden olmuştu. Babası nereden bu hale gelecek, gözlerinden olacaktı? Buna imkan var mı? İyi huylu vezir, kızmayıp buna razı olmuş, dervişin gözlerinin iyileşmesini istemişti. aciz köre dedi ki: Senin gözlerin işte bu ay yüzlü yüzünden gitti. O çocuk, şimdicek, senin huzurunda oturmada. Ey gözlerinden olan, daha ne istiyorsun? Aşık, bu sözü duyunca yerinden sıçradı. Bir nara atıp yıkıldı, kendinden geçti. Öyle gözyaşları döktü ki, bulut bile bunca gözü varken öyle ağlayamaz. Vezir ona dedi ki: A gafil! Çocuk yanında, seninle. Neye böyle ağlayıp inliyorsun? Gönlü daralmış kör dedi ki. Gönlümün derdini duysa, taş bile kan ağlar! Bu çocuk, bir an olsun yanıma gelsin diye bütün ömrümce dileklerde bulundum, yalvarıp yakardım, bunun için yaşadım. Şimdi o aşıkların ay yüzlü dilberi yanıma gelmiş. Fakat bana alemde iki göz gerek ki onu göreyim. Bundan önce onu arıyordum şimdiyse gözlerimi aramadayım. Gözlerim yerine gelse, canımı verir de cemalini satın alırdım. Fakat bende göz olmadıktan sonra o eşsiz güzeli ne yapayım ki?" 5

4- Fukara Çocuğu ile Şehzade Öyküsü:

"Vaktiyle bir yoksul çocuğun bir şehzadade gözü vardı. Hep şehzadenin bulunduğu yerlere gider, olmayacak heveslere düşerdi. Beynine bir hülyadır saplanmıştı. Hedef taşı gibi şehzadenin meydanından eksik olmaz, fil gibi onun atından ayrılmazdı. Nihayet bu yüzden yüreğine kan oturmuş, ağlaya ağlaya ayağı balçığa batmıştı. Bununla beraber sırrını kimseye açmamıştı. Fakat günün birinde rakipleri derdini öğrendiler ve; "Bir daha buralarda dolaşma!" dediler.
Delikanlı bir müddet oraya uğramadıysa da sevgilisinin yüzü aklına gelince tekrar onun bulunduğu yere yerleşti. Kölenin biri geldi; delikanlının kafasını, elini ayağını yara bere içinde bıraktı:
"Sana buraya gelme demedik mi?" dedi.
Aşık gene gitti, gene sabrı ve kararı kalmadı. Sevdiğinin yüzünden uzak kalmaya dayanamıyordu. Şekerden sinek kovar gibi, eziyetlerle kovuyorlar, oysa hemen geri geliyordu. Adamın bir sordu:
"A deli kılıklı arsız, dedi, senin taşa, değneğe karşı garip bir tahammülün var." Çocuk şöyle cevap verdi:
"Bu cevaplar bana sevgilimden geliyor; şu var ki ondan şikayet etmem, sevgiye uymaz. O beni ister dost bilsin, ister düşman bilsin, gene ben sevgimde sebatlıyım. O olmayınca bende sabır arama. Çünkü onunla beraberken bile karar bulmama imkan yok. Ne sabra mecalim var, ne uğraşmaya halim... Evet, burada kalmama imkan yok... Ama kaçacak ayak da nerede? Tek benim başımı çadırının ipine kazık yapsınlarda, bu otağın kapısından gitmemi teklif etmesinler. Pervane sevdiğinin ayağında can vermez mi? Fakat düştüğü yerde, o karanlık köşede gene diri değil midir?"
O adamla aşık konuştular. Adam sordu:
"Peki onun çevganiyle yaralanırsan?"
"Top gibi ayağına düşerim"
"Ya kılıçla kafanı uçurursa?"
"Bu kadarcık şey ondan bir esirgenmez ki.. Esasen başımın üstünde taç mı var, balta mı? Bunları fark edecek kadar kendimden haberli değilim. Sen, ona sabredemediğim için bana darılma. Çünkü sevgide sabır tahammül edilmez. Yakup gibi, gözlerim ağlasa dahi ben Yusuf"un güzelliğini görmekten ümidimi kesmem. İnsanın başı birinin aşkıyla bir hoş oldu mu, artık onun ufacak şeyleri için incinmez" 6

5. Ay Yüzlü Çocukla Nazar Sahibi Derviş Öyküsü:

"Ay yüzlü güzel bir çocuk vardı. Misk, onun saçlarının bir teliydi ancak.
Başındaki zülfü, bir daldı ki ancak şerre delalet ederdi.
Aynaya baktı mı adeta yüzüne ay görünür, dudaklarıyla lâli alt eder, değersiz bir hale getirirdi.
Daima kaşlarıyla gönülleri avlar, kendisine bağlardı da bu yüzden kaşları çatıktı.
Ağzı, zencefre kelimesinin bir tek harfiydi adeta. (...) O ağız, öyle küçüktü ki bir harf bile sığmazdı. (...)
Bir derviş, onun aşkıyla zebun olmuştu. Elinde yalnız bir gönlü kalmıştı, o da kan kesilmişti.
Hararetli aşk, onu ateşlere atınca bütün mafsalları, bütün vücudu ateşlere yandı, tutuştu.
Nihayet takati kalmadı, o dünya güzelinin tapısına gelip dedi ki; derdime derman yok. Sensiz yaşamam mümkün değil.
Bir an bile sensiz yaşamayı istemiyorum. Bir tek canım var ancak. Artık sen bilirsin.
Bir an bile sensiz yaşamayı istemiyorum. Bir tek canım var ancak. Artık sen bilirsin.
Beni bağışlarsan lütfedersin. Zaten düşkünüm ben. Öldürürsen yine hoş, durup bekliyorum.
Sensiz ne sabrım kaldı, ne takatim. Ne yapacaksan hadi, yap, durma!
Oğlan, bu sözleri duyup aşıkın sırırını anlayınca dedi ki; canınla oynuyorsan pekala.
Seni bir sınayayım da canının bana karşı kadrini, kıymetini bir göreyim.
Derviş bu sözü duyunca ateş gibi hareketlendi, duman gibi kalktı.
Çocuk derhal atına binip yalnızca bir ovaya gitti. Orada dervişin boynuna bir ip attı, sonra atını sürdü.
At koşmaya başladı. Derviş de boynunda ip, arkasından seğirtiyordu.
Çocuk, atı bir hayli koşturdu, her yana sürdü. Derviş bir hayli zahmetlere katlandı.
Bir hayli at sürdükten sonra onu dikenlerle dolu bir çöle yürüttü.
O başsız, göğüssüz aşığı yüz yerde kırdı geçirdi. Gül dalı gibi ayağına binlerce diken battı.
Sevgili, onun sırırını bilip aşıkın hakikaten kendisine tutkun olduğunu, Doğru bir aşık tutup hiç şehveti bulunmadığını, aşıklığa layık olduğunu anlayınca alemleri bezeyen güzel, atından indi, şefkat ve muhabbetle aşıkının ayağının kucağına aldı. Gönüllere sancılmış olan o dikenleri bütün gün kendi eliyle bir bir çıkarmağa koyuldu. Aşık derviş, kendi kendine, ah diyordu, ne olurdu her diken yüz diken olsaydı. Bedenimdeki yara daha fazla bulunsaydı... Gönlüm daha ziyade huzura ererdi. Şu sözü, gönlünden gizlice geçirmede, onca ayağındaki dikenlerden güller açılmadaydı. Diyordu ki: Bu dikenler ayağımda olmasaydı bu çocuğun kucağına yerleşemezdim." 7

c) Mahmut ile Ayaz Öyküleri

1. Ayaz'la Gazneli Mahmut:

"Gümüş bedenli Ayaz, güzel güzel uyumada, gönlü de gözü gibi bir müddetçik dinlenmedeydi. Gazi Sultan Mahmut, baş ucuna geldi. Öyle bir yüce padişah, onun ayak ucuna oturdu. Ayaz, güzelim uykusundan uyanmadı. Padişah, Ayaz'ın yanacıklarını binlerce defa öptü. Öpmeyi bırakınca seher çağına dek ayaklarını oğdu. Nihayet Ayaz, tatlı uykusundan uyanınca Padişahı gördü, utancından ateş gibi fırladı. Padişah, o hali görünce dedi ki: Ey güzelliği günden güne artan güzel! Madem ki sen geldin, ben gidiyorum. Kendinde olmadığın zaman, nasıl anlatayım, ne çeşit öğeyim, anlatayım, ondan da üstündün. Cana canlar katan güzelim! Seni gördüm ki kendinde değilsin, tuttum, senin yerine ben geçtim. Fakat kendine gelince Sevgili kayboldu. Sen talip oldun, matlup (istenen) ortadan sır oldu." 8

2. Mahmut'la Ayaz Hamamda:

"Günlerden bir gün gümüş bedenli ayaz, canlar yakarak tek başına hamama gitmişti. Bir yoldaşı Mahmut'a dedi ki: Sevgilin bugün hamama gitti. Padişah bu sözü duyunca gönlü, bir deniz gibi coştu, köpürdü. Derhal yalnız başına alelade bir adam gibi kalkıp hamama gitti. Hasılı o peri gibi güzel Ayaz'ın yüzünü gördü. Yüzünün aksiyle hamamın duvarı ateşler içinde kalmıştı adeta. Yüzünün aksiyle sanki hamamın duvarı raksa başlamıştı; kapısı, damı oynamadaydı. Padişah, onun güzelliğini baştan ayağa kadar gördü. Canını bir bir her tarafına vakfetti. Gönlü bir balık gibi tavaya düştü adeta. O ateşle hamama girmiş, yanıyordu sanki. Ayaz, Padişahın ayaklarına kapanıp; padişahım, dedi, bugün sana ne oldu böyle? Aklın, kamildi senin. Öyle bir akıl, alelade bir akılmış gibi kayboldu gitti. Padişah dedi ki: Yalnız yüzünü görüyordum, başka taraflarından haberim bile yoktu. Şimdiyse her tarafını gördüm, her yanına ayrı ayrı iştiyak çekmede, yanıp yakılmadayım. Yüzünün aşkıyla canım yanıyordu. Şimdi yüzlerce ateş daha parladı, alevlendi. Bir bir her tarafın gönlümü okşamada. Hangi sevgiyle oyalanayım, nereni seveyim senin? Ey Gönül! Sevgiliyi canının içine al. İnciler saçan gözlerinden ona saçılar saç." 9

GENEL DEĞERLENDİRME

Şark-İslam klasiklerinde yer alan eşcinsel öyküleri, bu bölümde sergilemiş bulunuyoruz. Öykülerin değerlendirmesini yaparken öncelikle vurgulanması gereken husus, anlatımdaki içtenlik ve çekinmezliktir.

Bu öykülerde yakışıklı "oğlan"ların yüzü, saçları, dudak, göz, kirpik ve kaşları son derece homoerotik bir biçimde anlatılmaktadır. Özellikle ilk alıntıladığımız öykü, son derece yakışıklı bir delikanlının tasvirine ayrılmıştır. Diğer öykülerde ise birbirlerine aşık olan delikanlılara, komutanına aşık olan askerlere ve yine genç delikanlılara aşık olan dervişlere rastlanır. "Nefis"leriyle savaşmayı, dünyadan el-etek çekmeyi amaçlayan sufiler bile eşcinsel aşk ile kendilerinden geçerler. Yazımıza alıntılamadığımız öykülerden birinde Bağdatlı ünlü sufi Şiblî (861-945) gibi bir kişilik bile çölde rastladığı "güzelliğiyle etrafının aydınlatan" bir genci görünce dayanamaz ve sevgiyle yanına yaklaşır; onunla konuşmaya can atar. 10

Oğlan tasvirlerine, içinde homoerotik olayların anlatılmadığı öykülerde de sıkça rastlanır.

Eşcinsel aşk, bu öykülerde yüceltilir; daha doğrusu, tasavvufçu bakış açısıyla aşk (ama her türlü aşk) zaten yücelticidir ve insanı olgunlaştırır. 11 Birbirine aşık olan erkekler "vuslat"a erişirler. (Bk. Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü). Bu aşkın tek taraflı olduğu öykülerde ise yine tek taraflı da olsa vuslat yaşanır. Buna "kısmî vuslat" diyebiliriz. (Bk. Bir Çavuşun Şehzadeye Aşık Oluşu Öyküsü). Bir erkeğe aşık olan diğer bir erkek, aşkını bir müddet gizlese de sonunda gizleyemez hale gelir ve bu, artık herkes tarafından bilinen bir olay olur. Fakat, insanlar bu aşkı reddetmezler ve ilgiyle, anlayışla karşılarlar. Hatta alıntıladığımız öykülerden birinde, sevgilisine asla kavuşma imkanı olmayan ve bu dertle gözleri kör olan, bu durumu da herkes tarafından bilinen bir aşık, sevgilisi ve onun babasınca ziyaret edilir. Sevgisinin yüceliği karşısında eğilinir. (Bk. Güzel Bir Oğlu Olan Vezir Öyküsü).

Bazı öykülerde de sevgili oldukça zalimdir. Aşığa zulmeder, fakat sonunda ona şefkat ve yakınlık gösterir. (Bk. Fukara Çocuğu ile Şehzade Öyküsü, Ay Yüzlü Çocukla Nazar Sahibi Derviş Öyküsü).

Şark-İslam klasiklerinde en çok yer verilen öykülerden biri de Gazneli Mahmut ile onun sevgili nedimi Ayaz'dır. Ayaz, son derece yakışıklı bir oğlandır. Gazneli Mahmut, onu bir savaşta yağma için girdikleri bir evde görmüş ve görür görmez de aşık olmuştur. Dönerken yanında Ayaz'ı da götürmüş ve onu bütün yakınlarından daha üstün tutmuştur. Bolca anlatılan Mahmut ile Ayaz öykülerinden yalnızca ikisini alıntılamış bulunuyoruz. Fakat bu öykülere hemen tüm Şark-İslam klasiklerinde rastlanılabilir.

Burada, öykülerin sadece homoerotik bir tat taşıyan bölümlerini alıntıladığımızı belirtmeliyiz. Ama her öykünün sonunda mutlaka tasavvufi bir "kıssadan hisse" de yer almaktadır. Bunlar, konumuz dışında olduğu için alıntılanmadı.


1 Attar, İlahiname, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, MEB. Yayınları 2. Baskı, İstanbul, 1992 s. 82-83
2 Sadi, Bostan, Çevri: Hikmet İlaydın, MEB Yayınları. 2. Baskı, İst., 1992, s. 169.
3 Attar, a.g.e, s. 18-184.
4Attar, a.g.e.,. s. 107-113.
5 Attar, a.g.e., s. 104-106.
6 Sadi, a.g.e., s. 145-146.
7 Attar, a.g. e., s. 149-151.
8 Attar, a.g.e., s. 270-271.
9 Attar, a.g.e., s. 243-244 Diğer Mahmut ile Ayaz öyküleri için bk a.g.e., s. 173, 182.
10 Attar, a.g. e., s. 261.
11 Bu hususla ilgili değerlendirmeler için yazımızın ilk bölümüne bakılmalıdır.

Giriş I. Öyküler II. Mevâid'de eşcinsel kültür III. Şeker Dudaklı Ay Yanaklı Oğlan Öyküsü IV. Nâima Tarihi’nden Eşcinsel Bir Anekdot
V. Aşk Tanrıya Ortak Koşmaktır VI. "ÜZÜMCÜK" Diye Bir Şey Var... VII. Leyla ile Leyla VIII. Eşcinsel Aşk Zinciri IX. Nedim'in "Serv-i Revan"ı


Tıklayın: önceki sayfa